Özgür Dünya, Değerlerinin Nasıl Korunması Gerektiğine Karar Vermeli
Guardian, 13 September, 2001
Kuruluşunda ABD’nin amaçları arasında dünyayı yönetme isteği yoktu. George Washington politikadan çok ticaretin önemine, Thomas Jefferson ise istikrarsız anlaşma ve ittifakların tehlikesine dikkat çekmekteydi. Fransa ve Britanya’nın Avrupa’da hakimiyet sağlamak ve kolonileri ele geçirmek için yaptıkları Yedi Yıl Savaşları’nda olduğu gibi bütün büyük güçlerin salgın hastalığı olan ihanet ve katliamcılık gibi kavramlar ışık saçan bu ülkenin kurucuları tarafından lanetlenmişti. Kurucularının planlamış olduğu ekonomik hakimiyetin hiçbir zaman imparatorluklara özgü sorumluluklara ihtiyaç duyacağı düşünülmemişti. Sonraları bu tutumu adlandırmak için izolasyonist politika ya da tecrit politikası deyimi kullanılmaya başlandı. Bu noktadan itibaren izolasyonist politika Amerikan ruhunu yansıtan daimi bir kavram oldu. Theodore Roosevelt, binlerce insanın kaybedilmesine şiddetle karşı çıkan seçmenlerine kulağını tıkayarak batı dünyasını kontrol altına almak amacıyla izolasyonist politikadan vazgeçti. Böylece iki dünya savaşı sonunda Amerika’da ulusal tutum tamamen değişikliğe uğradı. Fakat Amerika’nın kalbindeki yalnız bırakılma arzusu aynı kaldı ve hatta Vietnam tecrübesinden sonra daha da şiddetlendi. Birçok Amerikan vatandaşı bütün bu olup bitenlere karşın masumiyetini koruyabildi ve güç nevrozu diye de adlandırılabilecek hastalıklı bir dünya hakimiyeti politikasına karşı direndiler. Onlar savaş yandaşları değildiler ve Amerika da uçurumun hemen kenarında olsa da güvende kalmayı başarabilirdi –ki zaten tüm mesele de bundan ibaretti. İşte tamamen bu kaygılar, George W.Bush’u 1930’dan beri hiçbir başkanın yapmadığı şekilde Amerikan dış politikasının kilit noktasını daha sonradan seçmenlerin sırtına yüklenecek ve sıkıntı yaratabilecek olan tek taraflı politikalar izleme ve uluslararası anlaşmaları reddetme gibi tutumlara karşı gelme olarak belirlemeye itti.
11 Eylül 2001’de olanlar insanlık tarihinin gidişatını değiştirdi. Bütün çabalarımıza karşın şu anda bu olayın ilerisi için ne ifade ettiğini anlamakta ve anlamlandırmakta zorlansak bile insanlardaki güven kavramını zedeleyeceğini, uluslararası ilişkileri bozacağını yani dünya düzenini altüst edip demokrasi diye adlandırdığımız dostlar ve düşmanlar arasındaki ayrımı büyüteceğini düşünmeye başladık bile. 11 Eylül felaketi son uzlaşma kırıntılarını da yokederek kendini ifade etme, çalışma, siyaset yapma gibi temel hak ve özgürlüklerin durumunu kötüleştirerek aklımıza “ güç nedir” ve “bundan böyle neyi ifade etmektedir” gibi soruları getirmektedir. Fakat daha çok Amerika’nın izolasyon rüyasının anlamsızlığını gözler önüne sermektedir.
Bu bize, Amerika’nın ve aynı zamanda müttefiklerinin de bir an önce harekete geçmesi gerektiğini göstermektedir. Bu tutum, iki tarafın da tam manasıyla kavrayamadığı, Amerika ve Avrupa’nın rollerinin kesin olarak belirlenmesiyle oluşacak olan bir uluslararası birlik ve beraberlik anlayışına tekabül etmektedir.
Amerika için bundan böyle her türlü anlaşmazlık kesinlikle bir seçenek olmaktan çıkmıştır. Washington’un arabuluculuktan vazgeçmesinden Ortadoğu’nun faydalanabileceği düşünülebilirdi fakat gerçeklere bakıldığında bunun sadece Arap-İsrail çatışmasını körüklemeye yarayacak felaket bir fikir olduğu açıktır. ABD’nin çevreci, nükleer, biyolojik anlaşmalara veya füze kullanımı anlaşmalarına ilişkin küresel mücadeleleri hiçe sayma tavrı dünyaya diş göstermenin bir yoluydu: Yeni bir başkanın yönetimi altında Büyük Şeytan’ın kendi parodisine dönüşeceği şüphelerini haklı çıkarabilirdi. Genel kanı böyle olsa da bu tarz bir yaklaşım Bush’u haksız bir şekilde değerlendirmek olurdu. Bu düşüncenin 11 Eylül’den sonra varlığını devam ettirmesi ise Washington’un göze alabileceği bir durum olmaktan uzaktır.
Her ne olursa olsun Avrupa da masum sayılamaz. Özellikle de sol görüşteki Avrupa ülkeleri Amerika’nın nasıl bir politika izlemesi gerektiği konusunda gerçekten derin bir karmaşa içindeler. Yaklaşık otuz yıldan beri sol Avrupa, Amerika’nın gücü ve etkinliğine dair çok ağır eleştiriler yapmaktaydı. Fransa, ABD hegemonyasına karşı gelen ülkelerin başında yer aldı ve bu mücadelesinde hiçbir zaman da yalnız kalmadı. Evrensel etki ve sorumluluktan çekilme işaretlerini vermiş bir başkanla henüz karşı karşıya kalmış Avrupa’nın sosyal demokratik hükümetleri bu durum kaşısında ne yaptılar? Amerikan kısıtlamalarından korkup ABD’nin Balkanlarda kalması için adeta yalvardılar. Daha önceleri Amerika’yı Balkanlara müdahele ettiği için eleştirenler şimdi Amerika’nın kendi içine çekilmesi olasılığından endişe duymaya başladılar. Benim düşünceme göre, bundan böyle önceden çalan tehlike çanlarının sesi duyulmayacak. Bundan böyle rekabet azalmalı ve ilişkilerde düzensizlik, karışıklık yaşanmamalı. New York ve Washington’a karşı 11 Eylül felaketiyle somutlaşan aşırı nefret Bush’un tek taraflı çekilme politikasının ve aynı zamanda da Avrupa’nın Amerikan gücünün aşırılıklarıyla ilgili ikiyüzlü söyleminin sonunu getiren en önemli etken olmuştur. Bu felaket gününden doğan hakikatler tartışmasız olarak daha önce de bahsettiğimiz birlik ve beraberlik ruhuna işaret etmektedir. Birinci hakikat, Amerika’nın gücü karşısında çok ciddi sınırlamaların olduğudur. Amerika’nın üstünlüğü sadece belli durumlarda geçerlidir. Çok önemli ve can alıcı durumlarda Amerika’nın ne kadar güçsüz olduğu görülmektedir. Görünür düşmanlardan gelecek planlanmış tehditlere karşı kendini korumaya göre kurulan ABD diğer tür saldırılar karşısında zor durumda kalmaktadır. Gerçekten de ABD’nin görünen gücünün açık bir biçimde muazzam olması sebebiyle bu tarz salsırılara karşı diğer ülkelerden daha cezbedici olmakta ve Allah’ın yokedici emirleriyle dünyadaki herhangi bir topluma vahşice saldırabilen bir güç için en çekici hedefi oluşturmaktadır. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük askeri gücü, kendilerininki de dahil olmak üzere insan hayatını hiçe sayan bir avuç terörist karşısında kendini savunmakta güçlük çekmektedir. Dünyadaki bütün istihbaratlara rağmen önceden bu bilgileri yakalayamamışlardır. Toplanan tüm haberler, kullanılan tüm ateşli silahlar, uçaklar, denizaltılar, nükleer güç ve füzelerin hepsi normal insan muhayyilesinin sınırlarını aşan fanatik bir çete karşısında değersiz ve işe yaramaz görünmektedir. Bu, Amerika’yla alay etmek için bir sebep olarak değil sadece beceriksizliğinden daha az memnun olmak anlamında algılanmalıdır. Bu süreç bize dünya düzeniyle ilgili yeni ve korkunç bir gerçeği gösterdi ki bu da sadece füzelerin kalitesinin yükseltilmesiyle değişecek kadar basit bir mantığa dayanmamaktadır. Sadece daha iyi bir istihbarat ve haber kaynağının iyi ve kötü arasındaki mücadeleyi dengeleyebilme şansı vardır. Fakat ikinci olarak, bütün koşullar göz önünde bulundurulduğunda bunu gerçekleşebilmesi için hep beraber çaılşmaya ihtiyaç vardır. Yapılan saldırının sadece Amerika’ya değil tüm uygar dünyaya yönelik olduğunu ifade ettikten sonra Amerika’nın bu mücadelede hangi yolu seçerse seçsin desteklenmesi gerektiğini beyan etmek çelişkili bir tutum olarak gözükmektedir. Tony Blair ve Gerhard Schröder’in çabucak Colin Powell’ın sözlerini bir ağızdan tekrar ederlerken yaptıkları tam olarak da buydu. Bu intihar saldırısını tüm özgür dünyaya yönelik bir saldırı olarak tanımlamakta haklıydılar çünkü bu sadece bir düşman ülkeye karşı değil politk bir sistem olarak demokrasiye karşı gerçekleştirilmiş bir saldırıydı. Eğer bu doğru kabul edilirse, geniş anlamda özgür dünya kendi değerlerini en iyi şekilde temsil edip savunabileceğine inandığı bir güce yetki vermeyi kabul etmektedir.Yanlış olan şey, Amerika harekete geçene kadar durup beklemektir.
Kim Amerikan toplumunu bu güne kadar işlenmiş en akılalmaz katliamı gerçekleştirenlerin cezalandırılmasını istedikleri için suçlayabilir? Kim gerçekten de dünyanın en büyük gücünün tüm onuru ve şerefiyle bozguna uğramadığını kanıtlamak için bundan böyle ne yapacağına kendi başına karar verme isteğini görmezden gelebilir? Ancak yine de ABD’nin liderlik anlayışının işleri çok kolay halledilebilir olarak görmemesini ve aynı zamanda da başını İngiltere’nin çektiği müttefiklerinin ABD’nin yapacağı tek taraflı misilleme için mutlak ve sorgusuz destek sağlamaktan daha iyisini yapabilmesini ummalıyız. Evet, mutlaka birlik ve beraberlik olmalı. Neyin mantıksız ve insafsız olduğunun belirlenmesinde önemli farzedilen şikayetlerin anlaşılması hakkında kaçamak laflara başvurulmamalı. Fakat bu misilleme tam olarak kime karşı yapılmalı? Ve kime karşı savunma olmalı? Gelecek açısından ne ifade etmeli? Güçlüyü hangi yargılarla değerlendirerek zayıfı korumalı?Bu sorular tüm demokratik dünyanın acilen kendine yöneltmesi gereken sorular olarak gözükmektedir, tabi eğer özgürlük dünya üzerinde hâlâ mevcutsa.
Çeviri: Özlem Özbek
Metnin Orijinali: http://www.guardiaün.co.uk/Archive/Article/0,4273,4255849,00.html